Araştırmalar, bazı bitkilerin komşularının kimler olduğunu bilip ona göre büyüdüklerini gösteriyor. Amerikalı botanist Susan Dudley?nin deneyide bunlardan bu araştırmalardan bir tanesi. Dudley bitkiler arasındaki ?akrabalık duygusunu? daha iyi anlayabilmek için aynı/farklı bitki tohumlarını yan yana dikmiş. 40 gün sonra büyümüş olan bitkilerin kök ve yaprak boylarını ölçtüğü zaman aynı türde olan bitkilerin köklerinin daha az büyüdüğünü gözlemlemiş. Köklerini yaymak yerine bu bitkiler köklerini geliştirmek yerine üreme organlarına daha çok enerji harcamışlardı. Araştırmacılar, bitkilerin bu davranışının kendi türünde olanlara zarar verecek şekilde büyümemek için olduğunu düşünüyorlar. İlginç olan bu dayanışmanın bitkiler susuz bırakıldığında da bozulmuyor olması. Yonca, bu özelliği gösteren dayanışmacı bitkilerden bir tanesi. Yapılan araştırmalar, 8 bitki türünden sadece yoncanın bu şekilde hareket ettiğini gösteriyor. Yani bitkilerin hepsi ya yonca gibi birbirini tanıma özelliğine sahip değil ya da dayanışma içinde değil.
Öte yandan çilek yetiştiren yabani bir bitki türü olan fraisier sauvage bitkisi ise kendi türünden olan bitkileri ayırt etmediği görülmüş. Kendi türünden bir bitkiyle büyütüldüğünde bile köklerini geliştirmeye devam ettiği gözlemlenmiş.
1 comment
Lauraceae says:
Haz 20, 2013
Doğa bu… Evrenin sonsuz zekasının yansıması. Daha önce M.Emoto’nun araştırmasında da görmüştük, su krıstallerinin çevreleriyle nasıl etkileşime girdiklerini, güzel bir müzik dinleyenlerin,mikroskopla incelendiğinde,nasıl güzel kristaller haline dönüştüklerini vb onlarca fotoğrafla göstermişti Emoto. Dolayısıyla ben yonca bitkisinin bu dayanışmacı,zeki tutumuna hiç şaşırmadım. Bitkiler de biz insanlar gibi farklı farklı karakterler taşıyorlar; örneğin kimisi az suyla yetinip, günışığı almayan yerlerde büyüyebiliyor, kimisi ise narin, şımartılmak istiyor, bol gübre, bol ışık, bol su… Evrenin sonsuz zekası aslında tüm varlıklara eşit ölçüde paylaştırılmış, bazıları daha zeki gibi görünse de… Evet, insan düşünen bir varlık, farkı orada, ama bu fark ona kaygı, korku, hırs, tatminsizlik, özünden uzaklaşma gibi olumsuzluklarla geri dönüyor. Oysa bir bitki, bir ağaç ne ister ki yaşamını sorunsuz sürdürmek için biraz günışığı ve su ve sağlıklı topraktan başka? Düzgün bir ekolojik çevre yeterli boy atmaları, çiçek ve meyve vermeleri için… Hayvanlar da öyle, içgüdülere ve onlara özgü zekaya dayalı sade bir yaşam, toplumsal bir yaşam sürdürüyorlar bazıları, arılar, karıncalar, penguenler :)vb, ama bu yaşayış da evrenin başından beri aynı sade kurallarla sürdürülüyor. Bizim gibi sürekli değiştirilen anayasa maddeleri yok, zekice, tanrısal ve değişmez yaşam kuralları var. Biz de çocukken onlar kadar zekiyiz de sonra ne olursa oluyor ve eğitim, aile biçimlendirmesi, mahalle baskısı vb.derken uzaklaşıyoruz o içsel zekadan, sonrası sürekli bir denge arayışı, kayboluş, özünden uzaklaşmanın getirdiği bocalamalar… Ne yapsak? Bence ara sıra gözlemlemeli doğayı, düşünerek, dikkatle… ‘Into the Wild’a gidemesek de, bulunduğumuz yerde, ‘Into the Toplum’ da da mutlu olabiliriz, yoncaları örnek alalım, başkalarını yoksayarak yayılmayalım, sevgi sözcükleriyle şımarıp açıaçıveren sardunyaları örnek alalım, sevgi verelim, sevgi sözcükleri ile çevremizdekiler de açıaçıverirler belki en güzel halleriyle… Hem ‘aydınlanma çağı’ başlıyor, bir başka bilinç boyutuna geçiyoruz. İlkbaharda doğanın uyanışından sonra, insanlarımız uyanıyor derin uykularından… Zeka uyanıyor…