Kimileri için Galatasaray lisesinden saygıdeğer bir abiydi, kimileri için acımasız bir futbol eleştirmeniydi, Fatih Terim bile kariyerinin zirvesinde onun ağır eleştirilerinden nasibini alıyordu.
Güney Kore’de gerçekleşen olimpiyatlarda, çok iddialı olduğumuz güreşte hakkımız yenilince, organizatörleri ve hakemleri TRT ekranlarında yerden yere vuruyordu. Ciddi bir şeyler anlatırken kendi yaptığı espriye “ehi ehi ehi!” şeklinde kendine has gülüşüyle kendini televizyonlardan izlettiriyordu.
Asla siyah giymez gömleği, fuları, kazağı rengarenk olurdu ama asla fashion victim* (moda kurbanı ) olmazdı.
Olaylara farklı bir açıdan bakardı, diğer gazetecilerin ve yazarların sadece cesaret edemediği değil, göremediği açıdan ele alırdı olayları.
Uzun süre ekranlardan uzak kaldıktan sonra TRT’nin daveti üzerine bir programa katılan ve stüdyoda fenalaşıp hayata veda eden Zeki Müren (Sanat Güneşi) hakkında “Zeki Müren nasıl öldürülür ?” diye bir yazı yazmış ve organizatörleri ağır şekilde eleştirmişti. Yazıyı okumayı bitirdiğinizde ona hak veriyordunuz.
2002 yılında Güney Kore’de gerçekleşen Dünya Futbol Şampiyonasında Milli takımımız yarı finale kadar çıkmış, yarı finalde Brezilya’ya elenmiş olsa da, şampiyonada 3. olarak “büyük bir başarı” elde etmişti. Hıncal Uluç televizyonda bu başarıyı yorumlarken yine herkesi ters köşe yapmıştı. Hiçbir Avrupa takımı ile karşılaşmadan yarı finale çıkmanın hiçbir şekilde bir başarı olmadığını ve bunun olsa olsa şans olabileceğini söylemişti. Haklıydı da.
90’lı yıllarda, sabahları işe giderken ilk yapılan iş Sabah gazetesi alınır ve ilk olarak iç sayfada Hıncal’ın köşesi okunurdu. Pek çok gazete okuyucusu Sabah gazetesini özellikle Hıncal’ın köşesi için alırdı. (bununla birlikte o dönemde Sabah gazetesinin çok okunan bir gazete olduğunu hatırlatma gereğini duyuyorum)
Köşesinde kendi has o üslubuyla her konu ama her konuya değiniyordu. Arada magandalık yapmış olan trafik canavarlarının plakalarını vermekten imtina etmezdi.
Hıncal abiye ulaşmak hiç de zor değildi bir okuyucu olarak.Bir kaç aylığına Türkiye’ye gelen Brezilyalı bir misafirimiz Hıncal Uluç’un Brezilya ve brezilya kahvesi hakkında bir yazısından haberi olmuştu. Hıncal abi o yazısında yakın zamanda Brezilya’ya gittiğini ve bu seyahatinde doğru dürüst brezilya kahvesi içebileceği hiçbir yer bulamamış olmasını eleştiriyordu. Bu yazıdan bahsettiğimizde brezilyalı aile dostumuz “hemen Hıncal’ı bulun bana, onu aramalıyım !” diyerek sabah gazetesini aramıştı. 1 saat uğraştıktan sonra telefonun öbür ucunda Hıncal Uluç vardı. Olayın şahidiyim kadın verip veriştirdi, “buralar hep Burger King, Mc Donald’s, bende İstanbul’da doğru dürüst türk kahvesi içecek bir yer bulamadım” gibisinden bir şeyler söylemişti. Bir kaç gün sonra Hıncal abi bu konuşmayı köşesine taşımıştı “Marissa’nın eleştirilerinden dolayı yerin dibine girdim” diyerek.
Yorumcu olarak katıldığı spor programlarında söz ne zaman ona gelecek diye beklerdik. Yine hiç aklımıza gelmeyen, tepki çekecek, kışkırtıcı, nasıl bir eleştiri yapacak diye beklerdim. Sözünü esirgemediğinden dolayı seveni kadar sevmeyeni de vardı. Buna Galatasaray camiası da dahil.
Ama öyle zannediyorum ki en çok eleştirilen, en çok tepki alan yazısı bir spor yazısı değildi. Kitlelerin büyük tepkisini toplayan ve Hıncal abinin bir nevi “afaroz” edilmesine sebep olan yazısı Defne Joy Foster hakkında yazmış olduğu yazıydı. Evet gerçekten eleştirilecek bir yazıydı. Ancak Hıncal abiydi bu ve düşüncelerini filtresiz olarak söylemişti.
İstiklal caddesini pek sevmezdi Hıncal Uluç, onun en sevdiği semt Ortaköy’dü. Favori mekanı çok sevdiği arkadaşı Monsieur Chapeau (bay şapka) Ertekin’in mekanıydı.
Hıncal Uluç psikolog değildi, psikoloji eğitimi almamıştı, ama insanları çok iyi analiz edebilme kabiliyeti vardı. İnsanların davranışları altında yatan motivasyonları, onları böyle davranmaya iten sebepleri çok iyi tahlil ederdi. Şenes Erzik, Ali Şen, Fatih Terim, Aziz Yıldırım analizleri, dışarıdan görünenin altındaki gerçekleri çok iyi analiz ederdi.
Hıncal Uluç çok özel biriydi. Bir Afrika atasözü “yaşlı bir insanın ölümü yanan bir kütüphaneye benzer” der, Türkiye’nin büyük bir kütüphanesinin yandığını düşünüyorum.
Güle güle Hıncal abi,
AEÇ